Salihli 1920’li yıllarda Yunan işgaline karşı savaş vermiş bir bölge. Batının sahillere yakın bütün bölgeleri işgale uğramış. O zaman Salih adında genç bir yiğit burada şehit olmuş ve buraya onun ismi verilmiş. Kabristan’da vatan uğruna şehit olanlarında mezarları vardı. O yüzden mezarlığa iyi bakıyorlar. Kabristan’ın giriş kapısının solunda Alibek Hakim’in mezarına kuran okuduktan sonra kalkarken … başımdan kaynar sular döküldü. Bir küçük mermer levhada “Hasan Oraltay” yazıyordu. Nasıl yani? Hayattayken kendisinin yer beşiğini mi hazırlatmış? Taa Münih’te yaşayan birinin bu tavrını nasıl yorumlamalı? Anlıyorum. Anlıyorum. Herhalde keyfinden yapmamıştır. Onun sebeplerini düşünerek, tavrına vakıf oldukça daha dün gece telefonlaştığım Has-Ağa’nın yüreğindeki kaygıyı idrak ediyorum. “Niye ben onu sözümle çimdikliyorum?” diye düşündüm. Daha sonra babasının evini ziyaret ettiğim sıradaki telefon konuşmamızda “Gördüm, Gördüm” demekten fazla bir şey söyleyemedim. Sanki boğazıma taş düğümlenmiş gibiydi. Kabristanda Hamza Uçar’ın mezarına da gittik. Vaktiyle onun Kazakistan’a yazdığı mektupları bir kitapta yayınlamıştım. Daha sonra Alibek Hakim’in evine geldik. Annemle adaş olan Kadiyşa hanım-ablamızla sohbet ettik. Ama o sohbetin konuları bu günlüğe yazılmayacak kadar özeldi.
Köksegen Aksakalın evine de gittim. Şükrü Ali’nin deri konfeksiyon atölyesi alt katta diğer çocuklarının evleri üst katlardaymış. Kendi oturduğu ev başka bir sokakta. Edepli gelin, terbiyeli kız, görgülü oğullarla dolu bu ailenin evinde uzun oturduk, çaylar içildi. Köksegen Aksakalın sohbetini dinledik. Söylediklerinin hepsini yazamayacağım için üç ay içinde bana yazıp göndermelerini rica ettim. Söz verdiler. Ecelin elinden kurtulanların arasındaki seçilmiş insanlar demekten başka tanımı yakıştıramıyorum. İkindi itibarıyla Salihli İlçe yönetimi (Beşağaç)Termal tesislerde yemek verdi. Bagdat Amrayef ile Düysen Kaseyinof da geldiler ve dizginleri ellerine aldılar. Tepelerden ilçeye baktım. Ağaçlarla kaplı dağ eteğine yerleşmiş. Buranın idari amiri mahçup tavırlı değildi Hepimiz birer konuşma yaptık. Köksegen aksakalın konuşmasını beğendim. Akşamki konsere de az vakit kaldı.
Altay köyü ile Salihli’ye giden sanatçıları Bagdat Mirza ile Düysen Mirzanın eşlik etmeleri, sadece il, ilçe ve belde görevlileri ile buradaki herkesi etkiledi ve Mustafa ile ŞükrüAli’nin moralini yükseltti. Arkanı dayayacak devletinin olması güzel bir şey olsa gerek. Elçi ilkokula giden Kazak çocuklarına (Kazakça) ders verecek öğretmen ve ders kitapları göndermeyi kabul etti. Böylece bu Nevruz kutlamaları bazı hayırlı işlere de sebep oldu. Akşamki konser güzel geçti. İstanbul’dan gelen bir Kazak sanatci da konser sonrasında bir saat daha konser verdi. Manisa valise başka bir yerde yemek verdi. Janbolat Avipbayef,:”İstanbul’da bir kafeye gitmiştik, İstanbul valisi de halkın arasında oradaydı” diye şaşırmıştı. Burada da yerel yönetim halkın arasında. Ama bizim memlekette bırakınız valileri yerel yönetimin en basit idarecisi bile bunu yapmaz. Ama bunu öğrenmek lazım. Termal tesise geri döndük, termal banyoda kemiklerimiz dinlendi ve günün güzel geçmesiyle rahatlıkla başımızı yastığa koyduk.
26 Mart. Salihli-İzmir-Selçuk-Efes-Çanakkale(Troya)-İstanbul. Bu günümüz efsanelerle karışık geçti demek mümkündür. Aşağı yukarı bin kilometre yolu aştık. Amma ne yol. Dün İzmir’den Troya’ya geçeceğimizi duyan Taldıkorgan’lı bir kız “İzmir’e yakın, Efes-Selçuk’ta Meryem Ananın mezarı var.” deyince oraya mutlaka gitmeye yeltendim. Ramazan’a nasıl gideceğimizi öğrenmesini söylemiştim. İnsanlık tarihinin bütün tarihini gözler önüne serebilecek böyle bir seyahat fırsatı bir daha çıkmaya bilirdi
İşte şimdi de erkenden yola çıkıyoruz. İzmir’e kadarki yol, Konya ile Salihli’nin arası gibi. Hava durumu da öyle. Tepeyi aşınca önce deniz sonra Ege denizi kıyılarına yerleşmiş ve Türkiye’nin yaşamaya en elverişli kentlerinden biri İzmir ayaklarınızın altında görünür. Nüfusu dört milyon civarında. İnişli çıkışlı tepelerle, denize kadar inen vadilere yerleşmiş bir şehir. Uzaktan bu eski şehrin camilerinin kubbeleri görünüyor. Körfezde ise gemiler var. Bu şehir nereden başlar, nerede biter belli değil. Bir tarafı dağlarla çevrili, öbür tarafı deniz, ortası çukur düzlük. Büyük bir tepeden aştığınızda önünüze çıkan şehir de İzmir. Böylece Karaburun, Altıntepe gibi yerlerden geçtik. İzmir genişlemeye meyilli bir şehir. Yağmurdu çamurdu doluydu dinlemeden yolumuza devam ettik.
Odisse ve İlyada’nın izi olan ve milattan önceki binli yıllardaki uygarlık merkezi Efes idi. Yanılmıyorsam milattan önce 700 lerde Madi liderliğindeki İskitler de buraya gelmişti, dünyanın yedi harikasından biri olan Artemis tapınağıda burada olmalıydı. Onikinci asırda da buraya Selçuklular geldiler. Ramazan kardeşim seri araba kullanıyor. Denize kadar inen yamaçlar nasıl güzel. Hayran kaldım. Bir süre sonra göz ucunda gösterişli bir kale göründü. Tabii ki kale falan değildi, deniz feneriydi. Dönemecin sonunda bütün bir tepeyi kaplayan ve kuş tüneyen eski bir yapı dikkatimizi çekti. Selçuk ilçesini ikiye ayıran bölgede tepeye yerleşmiş. Sanki kuluçkaya yatmış Anka kuşu misali bir yapıydı. Bulunduğumuz yerden direk geçiş yoktu çevreyi dolaşmak gerekiyormuş. Sorduklarımız Selçuk kalesi dediler. Türkye’nin bütün eski şehirlerinde olduğu gibi dar bir sokaktan Adınoğullarından İsabey’in 1375 te yaptırdığı camiye geldik. Büyük girişiyle ön yüzü cilalanmış mermerle kaplıydı. Dört köşeli avludaki bazı objeler Efes’ten getirilmişler. Duvarlar boyunca hat sanatının örnekleri var. Mezar taşlarındaki kavuklar bile sanat eseri. Mezar taşlarındaki isimler okunabilir. Caminin içi geniş. Müzelik eşyalarda orada muhafaza edilmekte. Diz çöküp kuran okuduk ve daha önce gördüğüüz Selçuklu kalesine baka baka Efes’e doğru yol aldık. Daha 1000 km. yolumuz var. Troya’ya erken gitmemiz lazım. Bu yüzden acele ediyoruz.
Yolun iki yakasına üç kmboyunca dikilmiş ağaçların arasındaki aslan heykelli yoldan ilerleyerek Efes harabelerinin kapısına geldik. Şimdi buradan aldığımız intibaları nasıl ifade etmeli. Niçin bu kadar uzun yolu çektik ve bunu yazmak için kitap yazmak bile az gelir. Çünkü ilk okuldan itibaren öğrendiğimiz tarihin en eski dönemlerinden başlayan insanlık tarihinden bahsetmek gerekecek. Bu yüzden ben; beni buraya getiren Herodot tarihine, onun muhtevasında ve benim Dulıga isimli eserimde bahsedilen İskitlere, Erapalara ve Amazonlara ait bir-iki olaya değineceğim.
Milattan önceki 3000lerde, etrafı denizlerle çevrili Ayagüzel adındaki adaya Arzavanlar Apas adıyla bir başkent yaptılar. Herodot’un verdiği bilgilere göre, Ellalıların küçük Asyayı istilası işte bu Efes ten başlamıştır. Atina’daki prense bir falcı sizin başkentinizin nerede olacağını balık ve yaban domuzu gösterecek der. Atina’dan uzaklaşmak isteyen prens denize açılır. Bir kıyıya çıkar ve balık pişirirken yangın çıkar. Bundan sonra orandan kaçan bir yaban domuzunu avlar. Tam o sırada falcının söyledikleri aklına gelir. Başkenti orada inşa etme emir verir. İşte burada, prens göçebelerle kadın savaşçılarla karşılaşır. Efes’in temellerini, onlardan önce İskitlerin savaşçı kızları “Kadın Savaşçılar” Amazonlar atmıştır. Amazonların Efes’I başkentleri olarak özellikle savunmalarını Strabon da, Pausanias ta yazmıştır. Böylece erkek yürekli savaşçılarla, kız yürekli savaşçılar sevgi ordusuna dönüşmüşler. Bu sevginin timsali olarak Amazonlar Artemis tapınağını inşa etmek için yarışma açarlar ve böylece dünyanın yedi harikasından biri meydana gelir. İşte bu konu bizim (Kazakların) Efes’le ilişkisinin ilk düğümü. Dolayısıyla Ege denizi Agay denizi sözünden çıkmıştır. Yani bu aga balası Argın’ın adından gelmiştir gibi bizim ağabeylerimiz tarafından ortaya atılan saçmalığı tekrarlamak istemiyoruz. Fakat bizim kadın savaşçı ablalarımızın başlattığı tarihi karşılaşmayı reddetmek istemiyoruz. Amazonların göçebe kızlar ordusu olduğunu ve onları İskitlerin Erkek Ablalar(Erkek Fatmalar) olarak adlandırdıklarını bilge Herodot ta Strabon da yazmıştır. Amazonlara yakınlığımızı reddetmeye de hiç hakkımız yoktur.
Aradan geçen onca asırlardan sonra VII yüzyılda İskitler akinaklarını bellerine bağlayarak, yaylarını karınlarına takarak yeğenlerini “aramaya” gelmişlerdir. “Yeğenlerinin milli özelliklerini kaybetmesine” kızan İskitler Karadenizden gelen gemileriyle İskitler ve amazonların vatanı Artemis’i yakıp yıkarlar. Bu konuyu Dulıga isimli eserimde yazmıştım.
(Bu arada nesir kuralını bozarak, meşhur alim ve şair Kalimah’ın Artemida’ya ithaf ettiği övğü şiirinde İskitlerin küçük Asya’da 28 sene iktidar olmalarını tarif eden :
“…daha sonra senin kutsal bulduğun yere (Efes’e) büyük saray yaptırıldı; tan nuruyla sarmalanan bu yapıdan daha güzel ondan daha saltanatlı saray yoktur; o Pifondan da büyüktür. Bu yüzden Tomuruk Ligdamis (İskit kralı) onu yıkmak istedi, kısrak sağanların büyük ordusunu getirdi, onlar İnak boğazında uzakta yaşarlar. O biçare kral, nasıl şaşırdı. Onun kendisi de başkaları da Kaystr’ı arabalarla çevirerek koruyanların hepsine de İskityaya geri dönmek nasip olmadı. Çünkü senin silahını Efes’in kendisi koruyordu.” Satırlarını tırnak içinde vermeyi uygun buldum.)
Kalimah’ın yazdığı gibi İskitler geri dönmedi, “kımızlarını içmeye devam ederek” bu bölgeye 28 sene hükmettiler. (Bu arada, Türkiye’deki tek kımız üretimi İzmir’de Hasan Ağabeyin Şirzat ismindeki kardeşi tarafından yapılmaktadır.) Sevgi Meydanının sembolü olan Artemis tapınağını yerle bir ederler. Zamanla İskitlerle yakın çevrede ortaya çıkan Lidyanın kralı Krezüs, M.Ö.560da şehri ele geçirir ve Artemis tapınağını restore eder. Mimarlığı geliştirir. Daha sonra bu bölgeye, vaktiyle Kazak bozkırlarında biri hayatını kaybeden ve diğeri de onursuzluk yaşayan iki Pers sultanı, Daryuş ve Kir de gelmişlerdir. Büyük İskender’in doğduğu gün, adımı dünyada yeryüzünü ateşe vermekle meşhur edeceği diyen Gerostrat, Artemis tapınağını ateşe verir. Büyük İskender Artemidayı tekrar canlardırmaya yeltenince ora halkı: “Bir tanrının bozduğu tapınağı tekrar canlandırmamalı” itirazıyla karşılık verirler. Onun yerine Efes şehri güzelleştirilir.
Достарыңызбен бөлісу: |