Madalim hacının sohbeti. Nereden silah buldunuz, göçe nasıl başladınız ? diye mi soruyorsun. Alibek Hakim dikkatli bir kişiydi. Doğu Türkistan cumhuriyeti Çinlilerin kontrolüne geçerek ordu terhis edildiğinde, Doğu Türkistan İslam Cumhuriyetinin Halk Kahramanı ünvanına sahip olsa da komunist idareciler ondan şüphe ediyorlardı. Alibek Hakim zeki, seri ve nişancı yiğitleri çevresine toplayarak büyük bir mücadeleye hazırlanmaya başladı. Elimizdeki silahlarımızı sakladık. Çinliler liderleri toplantıya çağırırlarsa mücadele başlayabilirdi. Alibek Hakim o toplantılardan birine gidince ben daha önceden Sovyet askerlerinin bulunduğu bölgeyi kolaçan etmeye çıktım. Bir vadiye tırmanırken yeni kazılmış bir toprak arasından bir tahtanın ucunu gördüm. Hemen attan indim ve tek başıma orayı kazmaya başladım. Meğer o zamanın bütün gençlerinin sahip olmayı hayal ettiği gibi yepyeni sapsarı saplı tüfeklerdi. Kutu kutu kurşunları da vardı. Bir tanesini seçtim ve tekrar yamaçtaki çalılıkların arasına gömdüm. Ertesi günü yine oraya gittiğimde bir grup Çin askerinin yamaca tırmanmakta olduğunu gördüm. Hemen saklandım. Tam dünkü tüfeklerin gömülü olduğu yerde durdular, atlarından inerek benim bulunduğum yere doğru yürümeye başladılar. Meğer o askerler odun toplamaya gelmişler. Çalıları kökünden koparmaya başladılar. Allah korudu ve gömülü tüfekleri görmediler. Onlar gider gitmez atıma bindim ve koyun güden eniştemize gidip durumu anlattım. Yanımıza güvenilir iki genç daha aldık ve 200 tüfeği kurşunlarıyla beraber develere yükledik, koyun ağılına gömdük. Toprağın üstüne koyunları yürütünce hiç kazılma izi kalmadı. Tabii üst baş toprak oldu, yıkandık. Babamdan (Ağabeyi Omar Çobanoğluna) saklamak mümkün değildi. O da Alibek Hakim’e haber vermek için beni yanına aldı. Bunu duyar duymaz Alibek Hakim gece geldi tüfekleri aldı ve seçtiği gençlere dağıttı. Hepsine tüfek kullanmayı öğretti. Başka bir silah deposu daha bulundu. Çok geçmeden göç ettik. Meğer son gittiği toplantıda Sovyetlerin danışmanı Alibek Hakim’e “ Hey Kalibek! Eğer bir çaresine bakmazsan senin hayatın tehlikede“ demiş.
Yol çok meşakkatliydi. Bizden önce otuzlu yıllarda gidenlerin tecrübesi olmasaydı bizler Himalayaları sağ-salim geçemezdik. Canımhan Altay’ın hükümete karşı sorumluluğu olduğu için babasını hükümete emanet etti. Afganistan’a gidemezdik o bölgede kızıllar engel koymuştu. Dunghuan tarafında ise Çinliler vardı. Önümüzde Taklimakan vardı. Taklimakan’dan geçmek ve Tibet ile Himalayaları aşmaktan başka yol yoktu. Mecburi olarak Tibet’e doğru yol aldık. Binlerce hayvandan oluşan ( büyük ve küçük baş) sürüler, kilometrelerce uzayan göç kervanı, bağıran develer, kişneyen atlar, ağlayan çocuklar… Devamlı değişen hava durumu. O zamanki meşakkat anlatmakla bitmez. On sekiz yiğidi seçerek ön tarafa gönderdi. Göç kervanının konaklama yerlerini belirliyoruz, önden gelecek düşmanı bekliyoruz. Göç boyunca kızıl çin ve ak çin askerleri yolumuzu kesti, böğrümüzden saldırdı, arkamızdan kovaladılar. Tabii ki elimizde tüfek oldukça düşmana teslim olabilir miydik! Tüfeğim cook güzeldi. Böylece bir sene kadar göç ettik. Önceden giden Kazak göçünün adamlarıyla karşılaştık, tavsiyeler aldık.
-En çok zorlandığınız ve halkın bitap düştüğü anlar hangileriydi?
-Allahın her gün çarpışma, hiç bir gün rahat uyumadık. Yine de en zoru ve insanların en çok zorlandığı dönem Tibet platosundan geçerken oldu. Hayatta bu kadar iflah olmaz bir tabiat görmezsiniz. Geriye dönme ümidi kesilince Tibet platosunda hayatta kalma mücadelesi verdik. Dolayısıyla orada sadece Tibet’e özgü hayvanların etlerinden faydalandık. Yabani atlar boldu. Bütün plato çırılçıplaktı. Atların yiyebileceği bir şey yoktu. Suyu rüyanızda bile göremezsiniz. On bin kadar koyun, sürülerle atlar ve develerimizle göç ediyorduk. Ama bizim hayvanların etini yemedik. Onları yediğimiz zaman derhal hastalanıyorduk. Esekbattı da çok sayıda atlarımızı kaybettik. Ondan sonra avladığımız hayvanların etlerini yıkayarak atlarımıza yedirdik. Atlar av hayvanı etlerini yonca yercesine çiğneyerek yutarlardı. Ama kanlı etleri yemiyorlardı. Buna dayanamayarak kendi hayvanlarımızın etlerini yiyenler de kendi hayvanlarımız da hep öldüler. Çocuksuz topluma dönüştük. Yüksek basınca karşı küçük çocuklarla atların idrarlarını ilaç olarak kullandık. Nihayetinde kurtulduk. Döngen ve Tibet askerleri de çok zorluk çıkardılar. Çaresizlikten kendimizi korumak için Tibetlilere gördüğümüz yerde saldırıyorduk. Onların hayvanlarını ve yiyeceklerini gaspettik. Onların inancına göre yolcuya dokunmazlarmış. Bu bizim işimize geldi. Ama onlarda bize hiç acımadılar. Sulak yerlere gitmemizi engellediler. Böylelikle Himalayaları aştık. “Diye derin bir nefes aldı Madalim hacı.
Aksakal biraz dinlensin diye ondan daha genç olan Madiy hacıya döndü:
-Siz neler yaptınız o zamanlarda dedim.
-Bunların hepsini kurtaran benim, dedi.
Sofradakilerin hepsi de:
-Evet doğru söylüyor. Bunun çok emeği var, diyerek gülüştüler. Bu gülüşmeleri pek anlayamadığımı görünce:
-Ben o zamanlar onlu yaşlardaydım. Bunların hepsi de benim önümde gelip bardaklarını doldurmamı isterlerdi, dedi keyifle.
-Gerçek kahraman siz olmalısınız dedim safça.
Meğer Madi ağabeyimizin çocuk idrarı dağ zirvelerindeki dağcı hastalığının birebir tedavi yöntemi olan en ilkel ilaçmış.
-Elimizdeki silahın ve bunun gibi çocukların doğal ilaçları sayesinde masmavi buzların üzerinde uyuyarak, at ve develerin ayaklarına buzdan kaymamaları için keçeler bağlayarak, Himalayalardan da geçtik! O buzullar hayvanların ayaklarına yapışınca nallarını bile koparabilirdi. Hindistan ve Pakistan hududuna geldiğimizde sınır muhafızları bizim girmemizi engellediler. Arkamızda tüm askeri teçhizatlarını kuşanmış Çin askerleri bizi kovalıyordu. Üç kişiyi elçi olarak gönderdi. Ne yapıp edip konuşun siyasi sığınmacı olduğumuzu üst makamlara iletsinler. Daha sonra Müsiüman üikelerden birine gönderirler şeklinde istek yapın dediler. Hintliler yanlarına yaklaştırmıyorlardı. Biz onları gözetlerken aralarından üç asker ayrı bir yerde namaz kıldılar. Müslüman olduklarına inanınca bizde yavaşça onların arkalarından sokulduk. Onların birisi komutanmış. Problemimizi anlattık, bu grubun kadınlar ve çocuklarla, ihtiyarlarla dolu olduğunu, arkamızda kovalayan Çinli askerler olduğunu, biz ise dinimizi korumak için bu mezalimden kaçmakta olduğumuzu anlattık. Onlar bizim bu talebimizi yukarı makamlara ileteceklerini, ertesi günü tam o vakitte orada olmamızı söylediler. Meğer onlar Pakistanlı (aslında Keşmir Müslümanı olmalılar)askerlermiş. Hintlilerle araları iyi değilmiş. Hintliler bütün silahlarınızı teslim ederseniz sınırdan geçireceğiz dediler. Çaresiz olarak silahları teslim ettik. O sırada Çinli askerlerde bize saldırarak silahsız insanları yok etmeye başladı. Biz durumu anlatarak kendimizi savunmamıza imkan vermelerini talep ettik. Kalibek Hakim 18 nişancı seçti, silah ve mühimmatla donattı ve Çinlilere karşı gönderdi. İki yüz civarında talimli asker, makinalıları, otomatik silahları ve el bombaları vardı. Nişancılar ellerine silah alınca derhal mevzilendiler ve hepimiz attığımızı vurmaya başladık. Çinliler makinalıyla taradığı zaman çevremizdeki kayalar parçalanıyor, ağaçların dalları kırkılarak yere düşüyordu. Biz de nişancılar olarak devamlı yer değiştiriyorduk. Hepimiz hedefi vurmak için tetiğe basardık. Göç kervanındakiler kaçışıyor, Hintli askerlerde durmuş bizi seyrediyorlardı. Bir gün boyunca böyle çarpıştık. İkinci günü Çinliler herşeylerini bırakarak geri çekildiler. İşaret gelince bizde sınır muhafızlarını yanına döndük. Daha önceki tavır değişmiş, saygı görmeye başladık. Silahlarımızı aldıkları zaman bizden korktuklarını anladık. Meğer bizim çarpışmamızı uzaktan dürbünle izlemişler. Askeri talimi nerede aldığımızı sordular sonra doğal nişancılığımıza hayran olmuşlardı. Bir batalyonla bir gün boyunca çarpışan nişancıların hepsi sağdı. Sadece bir kişinin yüzünü kurşundan parçalanan taş parçalamış. Karşı tarafta ölen Çinlilerin sayısı yüzelliden fazlaydı. Çarpışma sahasını gören Hintli komutan hayran oldu, benim askerlerim olmaya layık savaşçılarmışsınız diyerek sırtımızı sıvazlayarak sınırdan geçirdi. Bunu sırrı şöyleydi; biz iki sene boyunca sürdürdüğümüz geriila savaşının taktiklerine iyice alışmıştık. Ama mühimmatlarına güvenen Çinliler ise bundan bihaberdiler. Biz çarpışırken devamlı yer değiştirerek her taraftan etraflarını çevirircesine dolanırdık. Başka türlü olsaydı yani bizim taktiğimizi anlayan Düngen veya Tibet askeri olsaydı bizim sadece 18 kişi olduğumuzu derhal anlarlardı. Nihayet, emekdar tüfeğimle orada vedalaştım.
Sınırdan geçtik ama şehre ulaşmak için yine sarp kayaları aşmamız gerekiyordu. Eğer bir kaç gün içinde bu geçidi geçemezsek bütün göç kervanı gelecek seneye kadar burada kalmak zorundaydı. O durumda kesinlikle açlıktan ölebilirdik. O sırada Alibek Hakim hükümetle anlaşarak bir uçak kiraladı. Üç binden fazla insanı bir haftada taşımak mümkün değildi. Çoluk-çocuk, ihtiyarlar ve hastalar ilk olarak uçağa bindiler. Göç kervanıyla gelen 3000 koyunun parası bizi ölümden kurtardı. Böylece Hindistan-Keşmir’e ayak bastık. Oradaki müslümanlar bizi sıcak karşıladı. Başkaları da bize sevgi göstermese de, iteklemediler. Bu arada bütün göç kervanı birleşti. Amerika elçiliğiyle Birleşmiş Milletlerin yardımıyla Türkiye’ye geldik. İşte şimdi burdayız diye sözünü bitirdi Madalim hacı.
Evett, istiklalin meşakkatli yolu ne kadar zor olsa da, bağımsızlık ruhuyla ömür geçirmek o kadar tatlıdır.
Bu arada Köksegen, Sıdıkan, Malik aksakalların, Hadiyşa Nene, Galiya ablanın sohbetlerini birleştirerek yazmak istiyorum. İlk göç kafilesindekiler müslüman bir devlete gitmek istemişler. Amerikan elçisi vedalaşırken dolar banknotını ikiye bölmüş ve birini kendisi diğerini de göç liderine vermiş. O dolar parçası ile göç kafilesi nereye ve hangi ülkeye gitmek isterse ABD o ülkeye onlar için kefalet verecekmiş. Amerikan temsilcisi yırtık doları görerek diğer yarısıyla birleştirmiş ve Birleşmiş Milletler aracılığıyla onlara mali yardım verdirmiş. Kalibek Hakim ve Hüseyin Teyci ve başka liderler Amerika’ya gidersek evlatlarımız hristiyan olurlar; Arab memleketlerimize gidersek Kazaklığımızı kaybederiz. Kanı bir Türk yurduna gidelim kararına varmışlar. Ama Türkiye devleti onları kabul etmemiş. Ancak Menderes başbakanlığa gelince özel temsilci göndererek onları mülteci ve Türk soylu oldukları için gemiyle aldırmış. İlk önce İstanbul’a gelmişler. Hadiyşa Nenenin Menderes’e saygısı da bu yüzden olsa gerektir. Bir sene içinde onlara yer beğenmeleri söylenmiş. Üç yüz aile hayvancılığa elverişli Altayköyü, Alibek Hakim liderliğindeki grup ticarete elverişli Salihli’yi tercih etmişler. Niğde bölgesi sazlık ve bataklıkmış. Kazaklar çevreden traktör kiralayarak bataklığı kurutmuş ve tarıma başlamışlar. Mısır ve tahıl ekmişler kısa zamanda toparlanmışlar. Kazakları daha önceden bilmeyen Anadolu Türkleri, onları önce yadırgamışlar. (Toprakların başkalarına verilmesinden kim hoşlanır) Ancak Kazaklar hükümet korumasında olduğu için gençlerin aşk-maşk problemleri çok fazla büyümemiş. Fakat daha sonra dünürlükler ilerlemiş, kız alıp vermeler çoğalmış. Niğde’nin en zengin on kişisinden birinin Kazak olduğunu duydum. Denize yakın Salihli’dekilerin de durumları iyi. Siyasete karışarak 12 Eylül öncesinde Bozkurtların üyesi olarak hapse atılan Turan, Galiya ablanın oğlu ile de epey sohbet ettim. Bozkurt partisi şimdi siyasetteki partilerden biridir. Tam o seçim öncesi günlerde, Bozkurtların lideri Türkeş(aslında Muhsin Yazıcıoğlu) helikopter kazası geçirdiği için kaza yerinde araştırmalar yapılmaktaydı. Galiya ablanın ailesiyle tanışıyorlarmış. O liderle aynı hapislerde bulunan Turan bu evin oğlu ve şimdi diş doktoru, silah üreten atölyesi de varmış. “Bağımsız devletin kendi silahlarını yapabilmesi lazım. Ben bu konuda Kazakistan’ın ilgili makamlarına teklif verdim. Bağımsız Kazakistan’a benim yapacağım katkı olurdu. Bunu iletin” diye ricada bulundu. Onun bu arzusunu buradan iletiyorum.
Galiya ablanın Türk damadı Mahmut ile edebiyat ve özellikle Türkiyedeki edebi hareketler ve eğilimler hakkında fikir teatisi yaptık. Özellikle en tehlikelisi Türk milletinin iç gelişmeleri hakkındadır. Batıya yöneliş, ulusal değerleri ve tarihi olaylara farklı bakış açılarının ortaya koyulması konuları endişe kaynağıdır. Benim aklıma “Kazakistanlı Halk” kavramını, bizim vazgeçtiğimiz komunizm ütopyasını tekrarlamak isteyen bizim “Kazak ideologları” geldi. Tarih boyunca bağımsız yaşayan Türk milleti bile manevi kayıplar yaşarken, daha bağımlılık boyunduruğundan kurtulamamış olan bizleri ne menem hayat beklemektedir. Abdülvahap Kara’nın telefonundan Meryem Kırımlı’yla konuştuk, Üçümüz “Doğu Türkistan Milli İstiklal hareketi” başlıklı 5 ciltik bir eseri beraber hazırlamaya karar verdik. Abdülvahap bize bundan 3-4 yıl evvel böyle anlaşma yaptığı Mansur Teycinin hatıralarını hazırlamakda olduğunu ve onu bize vereceğini söyledi. Biz selam ederek sonucu beklediğimizi söylemesini rica ettik. Abdülvahapla Meryem Türkiye, Avrupa ve Amerikada çıkan eserleri çevirmeyi kabul etti.
Böylece koyun kellesi ve etini yiyerek, yoğurtlu et suyunu içerek, kırmızı koyu çay içerek altı saat boyunca sohbetleştik. Gençlerle konuşmaya fırsat olmadı. Fakat Ramazan ve ŞükrüAli’yle sohbetlerimden, televizyondan öğrendiğim kadarıyla bugünkü Türk toplumunun uygarlıkların karıştığı fener olduğunu anladım.Ben bu insanlarla ayrılamaya kıyamayarak vedalaştım.
Gecenin sonuna doğru Hasan Ağamız haberleşti. Kendisi Münih’te olmasına rağmen bize Türkiye’de organize ettiği misafirperverliğe teşekkür ettim. Bizim hakkımızda.”Dayılığından başka eksikliği yoktur” demiş. Bende karşılık olarak “yeğenden gördüğüm iyilik bu olsun” dedim. Gerçekten de Allahın yardımıyla, o kişi de ben de memnun olduk.
Yarın sabah yedide memlekete döneceğim. Kitapları topladım. Gündeliği yazmak da kısa gecenin biraz vaktini aldı.