24 Mart. Niğde-Ereğli-Karapınar-Konya-Afyon-Uşak-Salihli. Bizans ile Anadolu Türk tarihine ait kanlı savaşların yolu sayılan, tarihin damgasını yemiş ve at nallarının gürültüsüyle, yüzbinlerce askerin ileri geri gidip geldiği bu toprakları baştan sona geçebileceğimi hayal etsem de gerçekleşmesi zordu. İşte şimdi Kayseri’ye sırtımızı döndük ve binlerce kere baktığımız haritaya tekrar bakarak her kilometreyi saymaya başladık. En erken milattan önceki VIII asırdaki “İşguz İşpakay” dan itibaren Selçuklu, Beybarıs, Karaman, Osmanlı, Aksak Temir, Bayezid ve Mahmud dönemlerine kadar olan bütün savaşlar bu bölgede çözüme kavuşmuştu. Onların hepsini tek tek anlatmak mümkün mü? Dümdüz alanda giderken karşınıza aniden yumruk gibi sıkılmış tepeler çıkıveriyor, veya uzaktan görünüyorlar. Çünkü onların bir çoğunun çevresini dolaşmak zorundasınız. Güneyde, tarihi karışık ama konusu bugünlere kadar gelen Karaman beyliğinin merkezi Karaman var. Ereğliden 100 km uzakta. Dağ sisler içinde arkamızda kaldı. Karaman Gaznevilerin(?), Selçukluların, Moğolların komutan Ketbuga’nın, Memluklularin yani Beybarıs’ın , Osmanlılarında, Arapların da gönlünü yapmış ve hepsinden belasız kurtulabilmiş bir beylikti. Şimdi bile Karamanlıların hal ve tavırları başka Türklerden farklıdır. Beylik geleneği sıkı sıkıya muhafaza edilmiş. Kayseri, Niğde, Karapınar ve Konya’nın Türklüğe has özellikleri farklı. Bu bölgenin özelliklerini hatırımda tutmaya çalıştım.
Bundan sonraki hedefimiz bu gece itibarıyla 800 km batıdaki Manisa şehrinin Salihli şehri. Akşam saat yedi civarında orada olacağız. Uçacak değiliz. Şoför 80km den fazla hız yaparsa ceza yeriz. Ceza 200 dolardan az değil. Düzlüğü baştan başa geçerken Karapınar’ın kenarından geçerek Konya’ya döndük. Yoldaki liderimiz Askar’a: “ Dediğini yapalım. Oruç da tutalım. Ama Konya’yı görmeden, Mevlana’yı ziyaret etmeden, Nasreddin hocanın mezarına gitmeden olmaz. Olmazsa Bekarıs’la ikimizi arkada bırak.”, dedim. Askar’ın buna itiraz etmesi zordu. Başkaları da destek oldular. Bütün Türkiye’yi üç kez görsen de Konya’ya gitmemişsen Türkiye’yi gördüm diyemezsin. Tarihi özellikleri hesaba katmasak bile, Konya’da dünyadaki bütün Türklerden bir parça bulmak mümkündür. Asya’dan gelen göçebelerin hemen hepsi önce bu bölgedeki Konya’ya gelmiştir. Sufiliğin yani Türklere has bilgeliğin en önemli merkezi burasıdır. Kendimi ifadede zorlanıyorum. Burası Alaeddin’in, Mevlana olarak ünlenen Celaleddin-i Rumi’nin, Nasreddin Hocanın vatanıdır. Burasını ziyaret etmemek mümkün değil. Kendini hayat boyu affedemezsin.
Türkiye’nin bütün büyük şehirleri gibi Konya’da da trafik sıkışıklığı yaşanır. Seçim arefesi olduğu için daha da kalabalıktı. Şehrin ortasındaki Alaeddin sarayını döndük ve Mevlana türbesine vardık. Trafik yüzünden kısa yollar uzadı. Bekarıs ve Askar daha önce gitmişler. Bize yol gösterdiler. Buna rağmen otobüsten inip türbe kapısına varıncaya kadar üç kişi selamlaşarak hal hatır sordu. Tarihteki Nogayların ilk göçüyle gelen Kıpçaklar ve Nogaylının ikinci göçüyle gelenler, Sovyet döneminde gelen Nogaylar.. Hepsi de kendilerine en yakın akraba olan halkın Kazaklar olduğunu biliyorlardı. Bunun yüzünden konuşmaya çalışıyorlardı. Konuşmalarını anlamak da çok kolay. Hepsi evine köyüne davet ettiler. Dombıra çalıyorlarmış, unutmamışlar. Türkleştik ama Nogaylığımızı da unutmadık dediler. İşte, özüne sadık halk olarak Nogaylar buna örnektir. Meğer Konya’da Türklerin her çeşidi bulunurmuş. Artık!... Mevlana! Mevlana! Mevlana!
Mevlana! Bütün Türk dünyasının edebi düşünce sisteminin merkezi. Şiir, müzik söz, resim, dans, sanat dünyasının mayası. On sekiz bin alemin sırrına vakıf bilge adamların üstadlık yuvası. Sufi dünyasının bütün eğilimlerinin birleştiği merkezdir. Kazakların Abay’a kadar ve Abay’dan sonra da feyz aldığı pınardır. Nakşibendi, Yesevi gibi tarikatların tasavvufi kaynağıdır. Celaleddin-i Rumi hayattayken Konya’ya toplanan sufiler, kendi edebi düşünce tarzlarını Türkçeyi kullanarak bütün Türk illerine yaymışlardır. Sözün anlamından, müziğin tınısından, parmak kıpırtısından, her bir görüntünün çizgisinden bir anlam çıkarmak ve hepsini anlamlandırmak; Mevlana derecesine yükselen Rumi’nin bilgelik okulundan başlamıştır. Bir fikre kilitlendiği zaman bir noktada iki saat durmadan dönerek dans etmek onlar için doğaldı. Onları bir kenara bıraksanızdahi oradaki sufilerde biri olan Nasreddin Hocanın edebi düşünce sistemini ele alalım. Zaten ters olarak çıkan ağaç dalını ters olarak oturup kesme fikri ne tezattır. Evet, o bu örnek ile, herşeyin tersine olduğu, yalanı ortaya koyarak gerçeği içinde saklayan yalan dünyayı hicvetmektedir.(Mevlana türbesinin) Bahçesine gidip kuran okuduk. Türbesinin içine girince nutkum tutuldu. Bilgeliğinden etkilenerek derin düşüncelere daldım. Mevlana’nın kabri sağ tarafta bütük taş mezar. Baştaşı hüsn-ü hat ile yazılmış. Baş tarafa iki büyük kavuk koyulmuş. Başka mezarlarda birer tane vardı. Biteviye bir ezgi çalınmakta. Vaktim olsaydı burada üç gün üç gece diz üstü çökerek kalabilirmişim hissini duydum. Yesevi ilahi grubuna ithafen Svetkali kardeşimiz tarafından Kazakçaya çevrilen Mevlana’nın Ebedi Hayat Agacı hakkında:
Hey mutluluk sahibi Olsun senin dileğin
İki yol var önünde, var git seç birisini
Biri fani dünyada yeşil yaprak örtünmek
Ölümlüler koşarlar yemişini almaya
İkincisi cennette nefesin iştah kabartır
Ayrı durursun dalların eğilerek
Duydu ah ü zar ile sarhoşluğun etkisi
Olayım dedi ebedi Ahiretin ağacı
Gafil kalma bil. Tanı. Ey insanoğlu
Ağaçtan ne eksikliğin var, ondan öğrenecek sır var
Cansız ağaç ah eder, görsem diye Hak nurunu
Allahın halifesi, nerede senin imanın?
Mısraları aklıma geldi. (Bu beyitin tam Türkçesini bulamadım ve Kazakça’dan Türkçeye tekrar tercüme ettim. Çevirenin Notu.)
Türbenin içinde Mevlevi kitapları, el yazma eserler, resimler, ve raks amakamını gösteren parmak hareketlerinin çizimleri, ve peygamberin sakalından bir tuatm saklanmış. Altın yazma kitaplara bizimle beraber Avrupalılarda hayran oluyorlardı.
Acele ettiğimiz için Askar beni neredeyse sürükleyerek türbeden çıkardı. Nasreddin Hoca’nın memleketi Akşehir’deymiş. Mezarı bir yamaca yerleştirilmiş ve aşağıya doğru eğilen tarafına bir destek koyulmuş. Eşeğe ters binmiş heykeli, ölen kazan ve altın yumurtlayan eşek heykelleri de vardı. Her sene Nasreddin Hoca şenlikleri yapılır. Konya Üniversitesinde Türk anıtlarının kopyaları olduğunu duymuş olsak da oraya gitmeye vaktimiz olmadı.
Budan sonraki yol, İstanbul-Ankara arasındaki seyahati hatırlattı. Yine yukarılara doğru tırmanıyoruz. Bir tepeyi aşınca kar, diğerini aşınca yağmur, üçüncüsünde dolu ve bir dahakinde de kupkuru hava değişimleri yaşadık. Tırmanış bitti, tepeye ulaşınca arkamızdaki kuru hava ile önümüzdeki deniz rüzgarlarının çarpıştığı bir noktaya geldik. Çarpışan hava akımlarıyla yolculuk sürerken mermerin vatanı Afyon’a geldik. Afyon’u da, mermeri de eski Bizans döneminden beri efsaneye dönüşen mermer oymaları da yol boyunca sergilenen satış noktalarından seyrettik. Askeri uçakların bulunduğu Uşak’ın da ışıkları arkamızda kaldı. On iki saattir dinlenmeden seyahatteyiz. Salihli’dekiler de telaşta. Ben de onlara görevler veriyorum. Neyse dağları tepeleri aşarak gece saat 10-da Salihli’ye vardık. Benim özel “belediyecim” ŞükrüAli bekliyordu. Aniden.” Görevler tamamlandımı?” dedim. “Salihli’deki bütün termosları topladım sıcak, koyu ve bedava çayları hazırlattım” dedi. Hemen kucaklaştık ve lokantaya gittik. Beklemeye gerek görmeden baş köşeye geçtim ve :”Hadi koyun çayları” dedim. “Kuğu”lar da susamışlar. Merveş ile Davrenbek ve Gaziz:” Ağabeyimizin yanına oturalım” diye yerleşmeye başladılar. Davrenbek’in gözü kısıldı mı ne olacağını anlarım. Beş dakikada beş termos boşalıverdi. Bizi dağ eteğindeki termal tesislere yerleştirdiler. Termal suyu rahatlattı, eklemlerimiz gevşedi, sızlayan ayaklarımız rahatladı, cennet uykularına girmeye başladık. Bekarıs kardeşim şimdi rüyasında hurilerle berabermişcesine mışıl mışıl uyumaya başladı.