21 Mart. Ankara: Eskişehir. Bugün Türkiye’nin bugününü ve geçmişini yakından tanıdığım birgün oldu. Öğleye kadar kültür merkezinde Nevruz kutlamaları yapıldı. Bizim arabadan 14 halkın milli kıyafetlerini giymiş sanatçıların çıkışıyla halkın morali birden yükseldi. Türkler ve Azeriler Nevruz kutlamalarını ateşin üzerinden atlayarak başladılar. Bu Türklerin çok eski dönemlerine ait bir adettir. Kazakçası ateşle tütsülemektir. Cumhurbaşkanıyla Başbakan hariç Türkiye’nin bütün “Sayın”ları katıldılar, konuştular, ateşten atladılar, saksılarda yetiştirilmiş buğdaylarla şaçı merasimi yaptılar. İnsanlar gruplar halinde resimler çekildiler. Tatar yazar Marsel’le açılışını beklemeden kitap sergisine gittik. Çoğunlukla İran edebiyatı üzerine kitaplar vardı. Raşid’üd Din, At Tabari, Firdevsi, Mevlana(-I Rumi), Sadi, Ömer Hayyam eserleri ile eski Türklere ait resimler vardı. Fakat satılmıyordu. Türklerin kitap sergilerinde yok yoktu. Fakat pahalı. İstanbuldan almaya karar verdik. Bu doğru bir karardı. Sergi açılır açılmaz sanatçılar başka bir yere konser vermeye gittiler. Biz Marsel’le otele döndük.
Televizyon. O günkü Nevruz haberi Kazakistan’la ve Roza Rımbayeva’nın Nevruz şarkısıyla başladı. Bizim görüşmelerimizde yayınlandı. Düyseken resmi görüşmelerden aceleyle çıkmıştı, meğer Kültür Bakanıyla beraber bir televizyon programına çıkmış konuşuyordu. Ankara’daki trafiğe takılmadan televizyona yetişmiş. Gurur duyduk. Özellikle otel görevlilerinin memnuniyeti arttı.
Düyseken, Türksoyun eski çalışanlarından Galım(?Fırat Purtaş) isimli genci çağırmış. Güleryüzlü, iyi kalpli ve biraz Rusça bilen birisi. Eski hanımı Buryatmış şimdiki hanımı Müslüman olmuş bir Rusmuş. Genelde tanıştığımız on kadar gençten sekizinin eşleri eski Sovyet vatandaşıymış ve altısının hanımları da Kazak kızlarıymış. Türklerle diğer sahalardaki ilişkileri bilmiyoruz ama damat konusu yolunda görünüyor. Bekarıs’ın çöpçatanlığı ile Kazak kızıyla evlenen Ufuk Tüzmen TRT-nin Kazak servisinin müdürüymüş. Kazakçası çok güzel. Böylece Galım kardeşimiz Marsel’le beni müzeye götürdü.
Ben ilk olarak dün gördüğüm kaleye gitmek istedim. Dileğimiz yerine geldi ve Türkiye’de insanlık tarihinin en başından itibaren var olan uygarlıkların müzesi “Anadolu Medeniyetler Müzesi” de Ankara kalesine yakınmış. Müze tam orada, 1464-1471 senelerinde Fatih Sultan Mehmed döneminde Mahmud Paşa tarafından yaptırılan konaktaymış. Eskiden, Ankara kalesinden bütün şehir ayaklar altında görünürmüş. Şehrin eski hali gerçeği şimdi Amsterdam müzesinde bulunan bir resimden de anlaşılıyordu. Kalenin iç kısmı ise Bizans dönemine ait gibi görünüyordu. İki ayrı uygarlığı birleştiren bir yapı. Kale 19.yy ortalarından 1886-ya kadar bir süre kullanılmamış. Şimdi tekrar restore edilmeye başlanmış. Bu müze 1946 senesinde açılmış. Tarihin en eski dönemlerindeki örnekler, damgalı taşlar, antik Yunan ve Roma dönemiyle Bizansa ait kerpiçe yazılmış yazılar, heykelciliğin çeşitli örnekleri, bizim Dulıga adlı efsanemizde bahsettiğimiz “İçOğuzların kralı” İşpakay ve onun veliahdı Madi dönemine ait Urmiye kazılarından çıkarılan örnekler vardı. Antik döneme ait eşyalara hayran kalmamak mümkün değil. Kızıla boyanmış öküz çizimleri bize aşina. Bütün bir kayanın yüzüne yazılmış antik Asur kitabelerini okuyamasam da uzun süre seyretmekten kendimi alamadım. Kitabe okunmuş ama ben bulamadım. Bu kitabede Oljas (Süleymenof’un) kullanabileceği kimbilir ne sözler vardır. Antik dönemlere ait araştırmalarda bulamadığım bir çok bilgiyi, Oljas’ın Kış Kitap adlı eserinden alıp kullanmıştım. Tarihi sanat eserlerinin kudreti işte bu konuda ortaya çıkar. Taşlardaki bu yazıları ancak ve ancak çok geniş bir hayalgücü canlandırarak hayata geçirebilir. Kıyamet kadar çok bilginin sırrını çözmeye çalışan tarihçilerden bütün toplumun sıkılması işte bu sebepten olmaktadır. (Benim bu günlüğüm de bu amaca hizmet etmek için kaleme alındı. Yoksa ne kadar şanslı yolcu olsak da yol yorgunluğuna bakmaksızın Allahın gecesiyle yarışmadan dinlenmek daha güzel değil mi. Bazen edindiğin intibalardan tatmin olarak dinlenmek de istersin. Fakat insanın kendi kendisine verdiği söz de varolduğu için parmağınız sızlasa bile kalemi elinize alısınız.)
Anadolu Medeniyetleri Müzesi.
Benim dikkatimi antik dönem kitabelerine ilave olarak Alacahöyükte bulunan ve yerküreyi boynuzlarında taşıyan geyik heykeli çekti. Özellikle de geyiğin boynuzundaki ebedi hayat ağacı, eski Türklerin Mıkan agacı dedikleri ve dünyanın yaratılışı ile ebedi hayat hakkındaki mitolojinin en inandırıcısı olduğu için 30 senedir Mıkan ağacı hakkında bilgiler topluyorum.O konuda Kazak masalları ile tarihi efsanelerinde, dini söylentilerde, ve dahi Çin, Moğol, Pers, ile bütün Türk halklarının bu konudaki bilgilerinin ve kaynaklarının resmi de bulunmaktadır. Bu heykel de bütün o efsanelerin çözüm noktasını gözler önüne sermektedir. Dulıga (Tolga , yazarın bir eseri) kitabında İskitlerin kralı Medi döneminde Matay (Medeya)memleketi uygarlığının Urmiye gölünde bulunduğundan bahsettiğimi hatırlıyorum. Şimdi ise onun fiziki delilleriyle karşı karşıyayım. Müzedeki araştırma, inceleme, sergileme konusunda batılı alimlerin çalışmalarının etkileri görülmektedir. Antik dönem uzmanlarının yardımı olmadan müze düzenlemek mümkün değildir. Fakat bu uygarlık değerlerini Türk asıllı uygarlıklarla bağdaştıracak anlayış ve düşünce eksikliği var gibi. Buradaki eserlerin tarihi değerlendirmesini yapan eserler de burada bir büfede satılıyordu. Ama maalesef… maalesef… çok pahalı. Dikkatli bir şahıs kütüphaneyi de faydalanarak bu müzedeki herşeyi bir kaç ay boyunca araştırabilseydi, geçmiş dönemlerin birçok sırrını açabilirdi. Göz ile gönülü, okumak ve dokumayı ne kadar yakınlaştırmaya çalışsanız da, hepsi boşuna çalışmak olurdu. Keşke yanımda bir uzman olsaydı yada dünya medeniyetini hür bir şekilde değerlendirecek eğitilmiş birşahıs olsaydı.
Hemen vedalaşabileceğim bir yer değildi. Ancak Galım iki tane eski türbe ile eski Ankara’yı göstermek istediği için tepelere doğru yol aldık. Adımlarımız ilerledikçe, etrafımızdaki görüntüler ilgimizi çekmeye başladı. Bazı binalar şirket veya kafelere dönüşmüş. Bizans dönemine ait içkaleye girdiğim zaman Osmanlı dönemindeki Türklerin hayatıyla karşılaştım. Eski kalenin sakinleri taşınmamışlar. Eski dükkanlarda antikalar satılıyordu. Tabii hepsi gerçek değil. Ebedi hayat ağacının yapraklarını boynuzlarına takmış boğalar ve geyikler, üç boyutlu dünyanın ölçüsünün yapılışı çok hoşuma gitti. Fiyatı benim bu seferki seyahat masraflarımla eşitmiş. Pazarlıkla yarı fiyatına almaya kalksam bile ucuz değildi. Dükkanlar boyunca uzanan merdivenli yoldan ilerleyerek kalenin en üstüne gelmişiz. O zaman anladık ki, bu kale bizim takvimimizden çok daha öncesinden, Roma ve Bizans döneminden kalma bir yapıymış. Büyük İskender dönemine kadar gidermiş.Bu sadece tahmin. Meğer o tarihten sonra yapılmış olsa bile 2000 senelik bir anıt. Duvarları arslan ve diğer vahşi hayvanların kabartmaları ile süslenmiş. Antik sanatın aşınan mermer kabartmaları sonradan restore edilmişler. Ama antik taş tuğlaları ve tahtaları muhafaza etmişler. Bu kale sadece özenle dağın tepesine kurulmuş bir yapı değil. Kubbeli, süslü, heykelli ve ikonlu bir yapı. İsa Peygamber öncesindeki antik tanrılara adak vermek için yapılmış bir anıt mıdır fikrini düşündürdü. Dönen merdivenlerle burca doğru yöneldik.
İşşte! Manzara! Ankara avucunuzdaymışcasına! Etrafı tepelerle, kayalık dağlarla çevrelenmiş çanak şeklindeki bir alana yerleşmiş. Yirmi-otuz kilometrelik uzaklıkta Şımbulak’a benzer yükseklikte karlı dağlarla çevrilmiş. Kırmızı kiremit çatılı şehrin evleri kıpır kıpır.tepelerdeki tek katlı evler, çok katlı apartmanların gölgesiymiş gibi. Taş duvarın üstüne çıktığınızda başınız döner. Nedense ben Esenboğa hava alanı tarafından gözümü alamıyordum. Karlı tepelerle, pınarların arasındaki tepelere baktım. Çünkü o yamaçların arasında bir yerde Aksak Temir Güregen, Bayezid Sultanı ele geçirmişti. İşte o yüzden Rusyadan başlayarak bütün batıdakilerin girebileceği sömürgecilik kapısını açtı, Türk asıllı halkların sömürülmesine sebep oldu…Osmanlılara geniş olan bölge, Türkiye’nin başkenti Ankara daha büyümemiş.Sadece 2.5-3 milyon nüfuslu bir şehir Türkiye’nin her tarafında bulunabilir. Bir saatten fazla bir süre boyunca kalenin burcundan inmeden bu görüntüleri dimağıma işlemek istedim. Kale burcunun görüş mesafesinde, bundan beş asır önceki evler şimdi bile gözümün önünde.( Sonradan öğrendim ki bu tarihi yerler sit alanı olduğu için dokunulmazmış) Ankara’da adım başı Tatarlarla karşılaşan Marsel abzi çok memnun oldu.
Galım ikimiz, kalenin merdivenlerinden aşağıya mescide indik. Bizans kilisesini Selçuklu Sultanı Alaeddin Keykubat 1178 de mescide dönüştürmüş. Mescid 1361 de Osmanlı paşası, 1433 te Mehmet Sultan zamanında Sümbül Hatun daha sonra 1956, 1960, 1984 senelerinde resmi kurumlarca restore edilmiş. Bahçesinde bundan 500 veya daha eski dönemlere ait anıtlar ve mezar taşları vardı. Galım namaz kılmak istedi. Biz de Müslüman olduğumuzu hatırladık. Apdest aldık ve içeri girdik. Bizi orta yaşlarında bir Kazak karşıladı. Tabii Kazak değildir, Nogaydır dedim. Namazdan sonra bizi bir minbere götürdü. Bu minber Türkiye’deki en eski 1178 de oyulmuş bir mihrap imiş. Ahşaptan yapılan süsleme ve oymalarına onsekiz bin alemin bütün sıfatları yazılmış. Bu dünya ve öteki alem, uzay ve yedi kat yer altı ve yer üstü… İmamın büyük bir hevesle anlatmaya çalışması karşısında anlamadım demeye utanırsınız. Çıkarken vedalaştığımızda “Biz Avrupalılarla karışmamış Türkleriz. Yüzümüzden de anlaşılıyordur, ecdadlarımız Kazak. Kazak bozkırından X. asırda bu tarafa göçmüşüz. Ankaradan doğuya doğru kanımız temizlenmeye başlar”-dedi.
Gerçektende öyleymiş. Bu gerçeği, eski Ankara’yı gezerken gördüğümüz günlük hayat örneklerinden de gördük. Oradaki halkın yüzleri de aşina ve konuşmaları da anlaşılırdı. Babadan kalma evlerini kafeye çevirmiş bir ailenin işlettiği bir yerden çay içtik. Gelenlere kafe konusunda hatıra defterine yazı yazdırmayı adetlenmişler. Onlara eski yazıyla şiir yazdım ve sohbetleştik. Sohbet sırasında: “ Artık Türkiye’yi gezdim ve Türkleri tanıdım.”diyebileceğimi söyledim. Osmanlı arşivlerinde çalışan ve uzun zaman önce Türkiye’ye gelip yerleşen Tatarları inceleyen Marsel’de benimle aynı fikirdeydi.
Eski Ankara’yı dolaşarak geri döndük. Türklerin eski adetlerini hafızaya yerleştirdik. Böylece konsere geciktik. Konser sonunda birisiyle tanıştım. Bu genç meşhur Rahmankul hanın torunuymuş. Kırgızlar ona yüz vermediler. Ben biraz sohbet ettikten sonra, Kırgızlarım gelmiş diye koşup gelen bu hanzadeye yüz vermeyen Kırgızlara kaşlarımı çattım:”Kırgızları avucunun içine alan, halkının bağımsızlığı için savaşarak Afganistan’a giden ve sonra Türkiye’ye gelen Rahmankulhana değer vermeseniz bile, bu genç çocuğun suçu ne? Milleti için konsere gelmiş. Yarın memlekettekiler duyunca ne cevap vereceksiniz” dedim. Manasçı Kırgız “ Farkında değiliz” diye döndü. Kıbrıstan gelen temsilciyle sohbet ettim. Türkler ve Rumlar Kıbrıstaki sınırın açılmasını tercih ederler. Ancak sınır açılırsa yine mücadele başlayacak. Bu sefer Kıbrıs’a gidemeyeceğime hayıflandım.
Vedalşma aceleyle yapıldı. Gagvuzlar hristiyanlıklarını gösterdiler. Dmitri liderliğindeki bir grubun keyfi yerindeyd,. “Siz Rusları unutmuşsunuz. Hatırlatacağız. Biz geri geleceğiz” dedi. Kaşlaımıçattım ve “ MUNDAĞI ORIS SOZUN AVDARA ALMADIM…….. .. …….” Sözünü hatırlayın Yoksa Dnyestiri mi kıyamıyorsunuz dedim. Utandılar. Evet onların acıları kolaylıkla geçmeyecek. Azeri sanatçı kendini çok beğenmiş bir haldeydi. Türkiye’liler futbol hastasıymış. Kadın erkek herkes kafelerde çay içerek futbol seyrederlermiş. Yarın Kazak grubu sabah erkenden Aksaray-dan Niğde’ye yola çıkacaklar. Orada Kazakların yaşadığı Altay Köyü var. Bekarıs ve damat Ufuk üçümüz beraberdik. Artık Ankara’ya veda ederek, güney Anadolu’ya meşhur Kayseri yaylalarına doğru gideceğiz. Orası “Bozkurtların” vatanı. Bugün eski Ankara’da edindiğim intibalar Türkiye seyahatine değdi.