20 Mart.Ankara.Enerji. Hacettepe. Sabah ezanıyla uyandım. Tam benim penceremin önünde cami varmış. Aşağıya indim. Paldır-küldür, acele-macele. Kimi milli kıyafetini giymiş, kimi enstrüman kutusunu taşıyan sanatçılar. Herkese programlarını tekrarlayan Türksoy’cu gençler. Endişeyle kahvaltı ettik. Koridorda birisi çok sıcak bir şekilde selamlaştı. Ben tanıyamayınca, ‘Ben Bekarıs’ım” dedi. Öyle olmalısın diye ben de kucağımı açtım. Dilimin kaşıntısına deva olacak kadar sözden anlar. Sevindim. Grupla yapılan seyahatlerde “keşkesiz”lik mümkün değildir ya. Benim yol arkadaşlarım daha önceden programa dahil olmadıkları için resmi kabullere katılamayacaklardı. Yapacak birşey yok. Onlar Salihli’ye dönecekler. Ben üçgün sonra gideceğim. Şükrü Ali yerel seçimlere katılacağı için razı oldum. Bekarıs ta bana iyi yoldaş olabilirdi. Türkçeyide su gibi biliyor. Doğuştan Allah vergisi. Kiralanan arabanın parasını Düyseken’le hallettirdim. Kültür Bakanlığına gittiğimiz zaman Düyseken kaşlarını çatarak: “Sen müzeleri severdin. Senin için fırsat yaratmak için zorla programa eklettirmiştim Anıtkabre niye gelmedin? Öyle fırsat herkese verilmez orada konuşma yapacaktın.” Dedi. Sabah ben Anıtkabre gitmek istediğimde, organizatörler, Bakanın kabulüne gideceksiniz lütfen ayrılmayın diye engellemişlerdi. Yanlış anlaşılma. Fakat bütün Türk dünyasının şuurunu yücelten liderin ruhuna saygı göstermek benim farzımdı. Yüreğim ağrıdı. Gençlerin morali bozulmasın diye Düyseken’in gönlünü ben aldım. Yüzü o kadar sıcak bir insanın, hiddeti de çok etkiliydi. “Artık benim arabama bineceksin” dedi. Baş üstüne dedim.
Kültür Bakanı Ertugrul Günay’la görüşme rahat geçti. Bakan da bizi güleryüzle kabul etti. Ne desek de kendi sahası. Kabul sırasında kardeş halkların dostluğunun altın dizginini elinde tutan Türksoy başkanı Düyseken-Düysen Kaseyinov ta Türk asıllı halkların kültürel ilişkilerinin önemine değinerek Türksoy’u Türk asıllı halkların UNESCOsu seviyesine yükseltmek istediğini belirtti. Bakana Dede Korkut’un kopuzunu hediye etti. Ben grubun yaşlı üyesi olarak konuşmamı üç ana başlık halinde sınırladım. İlk olarak gelecekte ulus olarak yaşamaları konusu belirsiz olan Kırımçaklar, Gagavuzlar, Nogay, Karayim, Kumık, Karaçay, Adige ve Malkarlarin kültürlerini geliştirmek için kardeş ve bağımsız cumhuriyet devletinin sorumlulukları hakkındaki fikirlerimi beyan ettim. İkinci olarak, edebi eserlerin çevirilerinin planlı programlı olarak ele alınmasını, Türk asıllı halk ve toplulukların ortak çeviri serileri olmasını ve böylece edebi konularda ortak tercih ve ortak bakış açıları oluşturulmasına yardımcı olunacağını belirttim. Aksi halde, Nobel ödülü alan Orhan Pamuk’un edebi tercihi Türk asıllı halkların talebini karşılamıyacağını söyledim. Üçüncü olarak, Türk kardeşlerimiz buraya gelen Kazaklara çok sıcak muamele etmişler. Artık onların sanat konusunda da gelişmelerine yardımcı olunmasını talep ettim. Şimdi biri Ak Partiden diğeri Bozkurt partisinden iki kişi yerel seçime katılıyorlarmış diyerek onlara da bir fayda eder miyim niyetimi belirttim. Bunu hisseden Düyseken “Aman burada seçim propagandası bitti. üstelik seçim konusuna hükümet karışmaz” diye araya girdi. Fakat Eğitim Bakanı Hüseyin Çelik’in kabulunde de Ak Parti ve Bozkurt partisinden bahsetmeden bu konuyu tekrar açtım. İlave olarak ilmi terimlerin ortaklaştırılması konusunu Avrupa’yı(bizden) çok önceden bilen ve bilgisayar dilini iyi öğrenen Türk kardeşlerimiz ele alsınlar talebimi ifade ettim. Bilim konusundaki ilişkilerimiz gelişme göstermekte olmasına rağmen, bilim özellikle de teknik bilimler konusunda daha başlangıç noktasında olduğumuzu söyledim.
Parlamento başkanı Köksal Toptan’ın kabulü çok samimi olarak geçti. Üstelik Düyseken de böyle uluslararası resmi kabullerde çok bulunduğu için tecrübeye sahipti. Kurallara uyarak, Türkçe konuşarak, gönül alırcasına konuşunca Köksal Toptan’ında yüzü güldü. Ben de sıkılmadan fakat her bir kelimemi dikkatle seçerek bütün Türk milletinin, Türk dünyasının saygıdeğer başkanı diye hitap ederek: “Şahsınız ve sizin aracılığınızla bütün Türklerin Nevruz bayramını kutlarım. Kardeş halkları birbirine yakınlaştıran ve onların ilişkilerini güçlendiren can damarı kültürdür. Kültürel ilişkilerin olmadığı ortamlarda birbirimize yabancılaşırız. Biz Kazaklar, Sovyet döneminde Türkiye’yi bağımsızlığın bayraktarı olarak bildik. Altmış üç bin Kazak aydını Alaş ideali ile “İttihat ve Terakki” partisinin destekçileri suçlamasıyla kurşuna dizildi. O zulümlerden kurtulmak için sizin ülkenize gelen Kazaklar İstanbul’da, Altayköyünde, ve Salihli’de belediye seçimlerine katılıyorlar. Türksoy aracılığıyla yapılan çalışmalarla, Türk dünyasının ülkü birliği, Ruh birliği ve diğer ilişkileri (Dilde, Fikirde, İşde Birlik) gelişmeye devam etsin” diyerek bu üç dileğe, ilmi konferans çalışmalarını da ekleyerek bir konuşma yaptım. İsmail Gaspıralı’nın bu sözünü o (Köksal Toptan) da başını sallayarak kabul ettiğini belirtti. Tatar yazarı Marsel de bir konuşma yaptı. Nevruz sofrasına buyur edildik. Sonradan Düysen’le üçümüz resim çekildik. Otobüsle geri dönüldü. Böylece benim resmi görevim sona erdi. Artık serbestim. Bu görüşmelerin hedefi ise , Türkiye’nin ikinci büyük liderinin Türksoy temsilcileriyle görüşmekle Türkiye’nin temel siyasetindeki eğilimleri etkilemekmiş. Ondan sonra bütün valiler bu konuya dikkat edecekler ve bu konu televizyon haberleri vasıtasıyla bütün yurda duyurulacak.
Öğleden sonra Hacettepe üniversitesine gittik. Erken gitmişiz. Meğer bu ülkede trafik sebebiyle bütün görüşmelere iki saat erken gidilirmiş. Sanatçılar gösteri için askeri okula gitmişlerdi. Onları da iki saat kadar bekledik. Bu arada Bekarıs’la sohbet ettik.
Hacettepe, hacettepe’ymiş. Ankara avuucun içinde gibi görünüyor. Şehrin etrafındaki tepelere doğru giden binaların sonunu görmek mümkün değil. Anıtkabir, hükümet evi, Radyo-Televizyon kurumu, askeri binalar ve televizyon anıtı, silahlı kuvvetlere ait binalar arasında burcuna Türk bayrağı dikilmiş Ankara kalesi dikkatimi çekti. Gidip kalenin burcuna tırmanmak lazımdı. Hoşuma giden bir başka özellik de üniversitedeki serbestlik havasıydı. Öğrenciler çok rahat hareket ediyorlardı. Bütün kapılarda ve hatta rektörün makamında da kaşları çatık, suratlarından düşen bin parça ş, size emreder şekilde konuşan ve her ran vuruşmaya hazır güvenlikçiler yoktu. Karagandı’da bir üniversitenin rektörünü görmek için üç defa güvenlikten geçmeniz gerekiyormuş. Adeta savaş alanında görev yapar gibi çalışan nemenem “kahraman” rektörse… Yani daha büyük üniversite rektörlerini görmek için galiba güvenlik komitesinin onayını almak gerekecek. Bekarıs’la beraber Hacettepe’nin etrafını dolaşırken, İstiklal marşının sözleri ve notasının yazıldığı bir anıtın dikildiği bir alana geldik(Tacettin Dergahı). Türk takkesi giymiş bir adamın resmi vardı. Yanında da eski bir ev ile bir mescid vardı. Meğer İstiklal marşının yazarı Mehmet Akif Ersoy marşın sözlerini bu evde yazmış ve mecliste kürsüden okumuş. Çok bilgiliymiş. Sufi tarikatında bir şairmiş.(Daha sonra Safahat ‘ını satın aldım). Müze evini gezdik. Marşın sözleri müzenin bahçesindeydi. Türklerin kaderine ortak olduğumuzu sezdiren unutulmaz bir hatıra oldu. Bizim (Kazakların) milli marşımıza da anıt dikeceğimiz günler gelecektir. Bu anıt (İstiklal marşı anıtı) basit bir anıt değil, bağımsızlığa ve Türk ruhuna ithaf edilen bir anıttır.
Beni şaşırtan bir diğer konuda , fuayedeki sergide yabancı ülke öğrencileri kendi ülkeleriyle ilgili eşyaları sergilemişler. Tabii hepsi de öğrencilerin memleketlerinden getirdikleri eşyalardı. Kazaklar ise sadece cumhurbaşkanının iki kitabını koymuşlar. Çok az demek bile azdı. Buna karşılık Moğolların sergisi daha zengindi. Onlarda etnografik örnekler çoğunluktaydı. Sohbet esnasında Mogol’ların hepsi de Bayan Ölgiy bölgesinden gelen Kazak çocuklarıymış. Uzakta tilki postundan tumak ve işlemeli kaftan giymiş elinde dombırası olan sarışın bir genç dikkatimi çekti. Ozanların şiirleri, kopuzun ezgileri, Janar Ayjan’ın halk türküleri birbiri arkasından ruhumu sarıyordu. Hemen kaynaştım. Bir ara “Ova” diye bir ses duydum. “Vay sen Nogay mısın? Kubandan mı geldin? Dağıstan’dan mı? İsa Kapay’ı tanırmısın?” diye soru yağmuruna tuttum. Ağa biz bundan yüz elli sene önce Türkiye’ye gelmiş Nogaylarız. Burada öğrenim görüyoruz. Dilimizi de dinimizi de unutmadık, dombıramız da ozanlarımız da hatırda. Babalarımız Nogaylı’nın destanını ezbere okurlar. Kazak şarkılarını “Nogaylının türküsü” diye severek dinleriz.”, diye dombırayı konuşturdu. Fuayenin içini Kazak şarkı ve türküleri doldurdu. Nogayların kücük grubuna ben de katıldım. Rus siyasetinden çekinerek gelemeyen Nogaylara üzülen Düyseken’in dikkatini çekmek istedim ama onun resmi görüşmelerden vakti olmadı. Bu Nogay balasının geçmişine sahip çıkarak kimliğini unutmayışına çok memnun olarak konser salonuna girdim. Girmek zorundaydım. Ah keşke bu Nogay yiğidini desteklesek. Konser çok güzel geçti. O gün Tatarların dansları mest etti. Kırımçakların dansı kısaltılmıştı. Kazaklar ve Kırgızlara da teşekkür edildi. Bahçesaray’ın harem dansını tekrar seyredemedim. Nogay yiğidini de Düysekene tanıştıramadım. Bekarıs’ı bulamadım ve kaybolmadan tekrar grubu buldum.
Artık sanatçılarla beraber olmadan, dizginimi düzeltmeli ve şehri görmeliydim.
Достарыңызбен бөлісу: |