Öğleden sonra Hacettepe üniversitesine gittik. Erken gitmişiz. Meğer bu ülkede trafik sebebiyle bütün görüşmelere iki saat erken gidilirmiş. Sanatçılar gösteri için askeri okula gitmişlerdi. Onları da iki saat kadar bekledik. Bu arada Bekarıs’la sohbet ettik.
Hacettepe, hacettepe’ymiş. Ankara avuucun içinde gibi görünüyor. Şehrin etrafındaki tepelere doğru giden binaların sonunu görmek mümkün değil. Anıtkabir, hükümet evi, Radyo-Televizyon kurumu, askeri binalar ve televizyon anıtı, silahlı kuvvetlere ait binalar arasında burcuna Türk bayrağı dikilmiş Ankara kalesi dikkatimi çekti. Gidip kalenin burcuna tırmanmak lazımdı. Hoşuma giden bir başka özellik de üniversitedeki serbestlik havasıydı. Öğrenciler çok rahat hareket ediyorlardı. Bütün kapılarda ve hatta rektörün makamında da kaşları çatık, suratlarından düşen bin parça ş, size emreder şekilde konuşan ve her ran vuruşmaya hazır güvenlikçiler yoktu. Karagandı’da bir üniversitenin rektörünü görmek için üç defa güvenlikten geçmeniz gerekiyormuş. Adeta savaş alanında görev yapar gibi çalışan nemenem “kahraman” rektörse… Yani daha büyük üniversite rektörlerini görmek için galiba güvenlik komitesinin onayını almak gerekecek. Bekarıs’la beraber Hacettepe’nin etrafını dolaşırken, İstiklal marşının sözleri ve notasının yazıldığı bir anıtın dikildiği bir alana geldik(Tacettin Dergahı). Türk takkesi giymiş bir adamın resmi vardı. Yanında da eski bir ev ile bir mescid vardı. Meğer İstiklal marşının yazarı Mehmet Akif Ersoy marşın sözlerini bu evde yazmış ve mecliste kürsüden okumuş. Çok bilgiliymiş. Sufi tarikatında bir şairmiş.(Daha sonra Safahat ‘ını satın aldım). Müze evini gezdik. Marşın sözleri müzenin bahçesindeydi. Türklerin kaderine ortak olduğumuzu sezdiren unutulmaz bir hatıra oldu. Bizim (Kazakların) milli marşımıza da anıt dikeceğimiz günler gelecektir. Bu anıt (İstiklal marşı anıtı) basit bir anıt değil, bağımsızlığa ve Türk ruhuna ithaf edilen bir anıttır.
Beni şaşırtan bir diğer konuda , fuayedeki sergide yabancı ülke öğrencileri kendi ülkeleriyle ilgili eşyaları sergilemişler. Tabii hepsi de öğrencilerin memleketlerinden getirdikleri eşyalardı. Kazaklar ise sadece cumhurbaşkanının iki kitabını koymuşlar. Çok az demek bile azdı. Buna karşılık Moğolların sergisi daha zengindi. Onlarda etnografik örnekler çoğunluktaydı. Sohbet esnasında Mogol’ların hepsi de Bayan Ölgiy bölgesinden gelen Kazak çocuklarıymış. Uzakta tilki postundan tumak ve işlemeli kaftan giymiş elinde dombırası olan sarışın bir genç dikkatimi çekti. Ozanların şiirleri, kopuzun ezgileri, Janar Ayjan’ın halk türküleri birbiri arkasından ruhumu sarıyordu. Hemen kaynaştım. Bir ara “Ova” diye bir ses duydum. “Vay sen Nogay mısın? Kubandan mı geldin? Dağıstan’dan mı? İsa Kapay’ı tanırmısın?” diye soru yağmuruna tuttum. Ağa biz bundan yüz elli sene önce Türkiye’ye gelmiş Nogaylarız. Burada öğrenim görüyoruz. Dilimizi de dinimizi de unutmadık, dombıramız da ozanlarımız da hatırda. Babalarımız Nogaylı’nın destanını ezbere okurlar. Kazak şarkılarını “Nogaylının türküsü” diye severek dinleriz.”, diye dombırayı konuşturdu. Fuayenin içini Kazak şarkı ve türküleri doldurdu. Nogayların kücük grubuna ben de katıldım. Rus siyasetinden çekinerek gelemeyen Nogaylara üzülen Düyseken’in dikkatini çekmek istedim ama onun resmi görüşmelerden vakti olmadı. Bu Nogay balasının geçmişine sahip çıkarak kimliğini unutmayışına çok memnun olarak konser salonuna girdim. Girmek zorundaydım. Ah keşke bu Nogay yiğidini desteklesek. Konser çok güzel geçti. O gün Tatarların dansları mest etti. Kırımçakların dansı kısaltılmıştı. Kazaklar ve Kırgızlara da teşekkür edildi. Bahçesaray’ın harem dansını tekrar seyredemedim. Nogay yiğidini de Düysekene tanıştıramadım. Bekarıs’ı bulamadım ve kaybolmadan tekrar grubu buldum.
Artık sanatçılarla beraber olmadan, dizginimi düzeltmeli ve şehri görmeliydim.
21 Mart. Ankara: Eskişehir. Bugün Türkiye’nin bugününü ve geçmişini yakından tanıdığım birgün oldu. Öğleye kadar kültür merkezinde Nevruz kutlamaları yapıldı. Bizim arabadan 14 halkın milli kıyafetlerini giymiş sanatçıların çıkışıyla halkın morali birden yükseldi. Türkler ve Azeriler Nevruz kutlamalarını ateşin üzerinden atlayarak başladılar. Bu Türklerin çok eski dönemlerine ait bir adettir. Kazakçası ateşle tütsülemektir. Cumhurbaşkanıyla Başbakan hariç Türkiye’nin bütün “Sayın”ları katıldılar, konuştular, ateşten atladılar, saksılarda yetiştirilmiş buğdaylarla şaçı merasimi yaptılar. İnsanlar gruplar halinde resimler çekildiler. Tatar yazar Marsel’le açılışını beklemeden kitap sergisine gittik. Çoğunlukla İran edebiyatı üzerine kitaplar vardı. Raşid’üd Din, At Tabari, Firdevsi, Mevlana(-I Rumi), Sadi, Ömer Hayyam eserleri ile eski Türklere ait resimler vardı. Fakat satılmıyordu. Türklerin kitap sergilerinde yok yoktu. Fakat pahalı. İstanbuldan almaya karar verdik. Bu doğru bir karardı. Sergi açılır açılmaz sanatçılar başka bir yere konser vermeye gittiler. Biz Marsel’le otele döndük.
Televizyon. O günkü Nevruz haberi Kazakistan’la ve Roza Rımbayeva’nın Nevruz şarkısıyla başladı. Bizim görüşmelerimizde yayınlandı. Düyseken resmi görüşmelerden aceleyle çıkmıştı, meğer Kültür Bakanıyla beraber bir televizyon programına çıkmış konuşuyordu. Ankara’daki trafiğe takılmadan televizyona yetişmiş. Gurur duyduk. Özellikle otel görevlilerinin memnuniyeti arttı.
Düyseken, Türksoyun eski çalışanlarından Galım(?Fırat Purtaş) isimli genci çağırmış. Güleryüzlü, iyi kalpli ve biraz Rusça bilen birisi. Eski hanımı Buryatmış şimdiki hanımı Müslüman olmuş bir Rusmuş. Genelde tanıştığımız on kadar gençten sekizinin eşleri eski Sovyet vatandaşıymış ve altısının hanımları da Kazak kızlarıymış. Türklerle diğer sahalardaki ilişkileri bilmiyoruz ama damat konusu yolunda görünüyor. Bekarıs’ın çöpçatanlığı ile Kazak kızıyla evlenen Ufuk Tüzmen TRT-nin Kazak servisinin müdürüymüş. Kazakçası çok güzel. Böylece Galım kardeşimiz Marsel’le beni müzeye götürdü.
Достарыңызбен бөлісу: |