İşte Ege denizi kıyılarındaki antik dünyanın gölgeleri Bülbül dağının gözetmenleri ve deniz feneri uzaklarda göz kırpan ışıkların ensesinde Troya kalıntıları karanlığa gömülerek geride kaldı.
Ancak sadakamız kabul olmadı. Ezine’yi geçerken yıldırımlar ve sağanak ümidimizi söndürdü. Şimşek çakınca çıkan ışık gözleri kamaştırıyordu. Bu bölge Türkiye’nin hem kutsal hem de en hasret yüklü bölgelerindendir. Türkiye’nin tek başına bütün Avrupa’nın birleşik ordularına karşı savaştığı bölgedir. Çok stratejik bir yer. Troyanın da yenilgiye uğrayarak Odisseye konu olmasının sebebi de stratejik bölgede olmasındandır. Mümkün olmadı. Bütün Türkiye’yi dolaşınca baş hedef olarak seçtiğimiz Troya’ya beş km. kala vedalaşmak zorunda kaldık. Orası zaten dağın tepesinde, tam olarak arkeolojik çalışma yapılmamış. Gecenin yarısında bekçiler de sokmaz ve bu şimşekle sağanak altında hiç bir şey görünmez. İçim yana yana, pişmanlıkla Ege deniziyle Marmara denizinin birleştiği burna geldik. Araba vapuruyla on kilometre ötedeki Avrupa yakasına çıktık. İstanbul’a gece saat iki de vardık.
OOO bilgiç kadın! Öğleden sonra bizimle endişeli şekilde telefonla konuşmuştu. Galiya ablayı, sıcak, tavşan kanı çayları demlemiş, çorbaları baharatlamış ve yüzünde şefkat gülümsemesiyle bizi bekler bulduk. Ancak o zaman Has-Ağa aklıma geldi. O da birkaç kere telefon etmiş. Kendimizi biraz toparladıktan sonra hesap verdik. “gerçekten yanındaki yol arkadaşını yarı yolda bırakmayacak kadar sağlam adamların padişahıymış.” Sabah ola-hayrola diyerek Galiya ablanın yumuşak yatağına oturdum. Ne kadar yorgunluk çökse de günlüğüme isteksizce uzandım. Gecenin saat üç buçuğuydu.
27 Mart. İstanbul:”Türk Dünyası” ile İstanbul Üniversitesi. Uykumu almış olarak uyandım. Galiya ablanın her zamanki koyu kırmızı çayı. Tabiiki benim susuzluğum çay ile değil, artık unutmaya başladığım anamı hatırlatan halalarımın şefkati idi. Önceden tanıdığım Sıdıkan aksakal sabah erkenden gelmiş. Ramazanla beraber bugünkü planımızı yaptık.
“Türk tarihiyle ilgili kitaplar..” deyince Galiya ablanın ağzına derhal Türk Dünyası Araştırmaları Vakfı geldi. Güzel bir fırsattı. Çünkü bu evin kızı Saadet orada müdürmüş. Ramazan bizi eski İstanbul’u tanıtarak sıkışık yollardan geçirerek Sıdıkan ağa ile Türk Dünyasına getirdi. Vaktiyle medrese olan bir binaydı. Evde bize ev sahipliği yapan Saadet kardeşimiz bizi karşıladı. Türk Dünyasının neşrettiği, Oljas Süleymenof’un, Kabdeş Jumadil’in M. Şahanof’un kitapları dikkatimi çekti. İstediğimi almak konusunda Saadet kardeşimizden izin aldık. Seçtiklerim iki koli oldu. Daha önceden edinmeyi hedeflediğim Altınorda, Türkistan ve Kazan Hanlıklarının Yarlık ve Bitigleri gözüme ilişmedi. Bu dileğimizi yapmayı üstüne alan Saadet kardeşimiz, İstanbul Üniversiesi ile Osmanlı arşivlerine telefon ediyordu.
Tam o sırada, vaktiyle Türkistan’da ders vermiş ve doktora tezi Mukagali Makatayef hakkında olan Metin Köse de geldi. Sadece yardımcı olmaya çalışmadı, aradığım eserler hakkında çalışan bütün alimlerle konuştu. Bu arada İlyas Topsakal ile Musa Duman da geldiler ve aradığım bütün kitapların fotokopisini yarına kadar hazırlamaya söz verdiler. Lokantadan yemek yedik ve Türk Dünyasının başkanı Turan Yazgan’la tanıştık ve sohbetleştik. Gerçekten de Türk Dünyasına emeği geçmiş, genel Türk tarihi konusunda tarihi efsanelerin hepsini toplayarak basmayı ele almış sayın başkanımız kendileriymiş. Bizim Dulıga kitabımızı da merak etti ve Saadet’e mutlaka bulunmasını söyledi. (Akşam yemeğinde Hasan Ağabey okusun diye getirdiğim Dulıganın iki cildini Saadet kardeşimize verdim). Ben de kırktan fazla seçme kitap aldım. Bedavaya verdiler. Sonra Köse beyle İstanbul Üniversitesinin el yazmaları ve nadir kitaplar bölümüne gittik. Dekanla tanıştım. Nadir kitaplar arasında 1914 te Katanof tarafından verilen kütüphane muhafaza edilmiş. Katalogunu inceledim. İsmini bildiğim ve bilmediğim kitaplar vardı, ancak fotokopi almama izin verilmedi. Hazinenin nerede olduğunu öğrendiğime sevindim.
Достарыңызбен бөлісу: |